Son Mektup: Merhaba
Çorak topraklar üzerine kurulmuş birkaç evden birinden yaşıyordu Mavi. Solmuş kırmızı rengi, dökülen çatısı, tüten bacası ve zili asla çalmayan evinde kimsesizliğin içinde kimse olarak vücut bulmuştu. Her gün eskimiş kahverengi çerçeveli penceresinin önüne geçiyor, çaresizce uzun patikayı gözlüyor, mavi üniformalı adamın ufukta belirmesiyle kendini pencerenin dışındaki ıssız dünyaya atıp koşmak için can atıyordu.
Beklediği gün sayısı gittikçe artıyordu. Ümitsizce
postacının yolunu gözleyen Mavi, bütün sabrıyla pencerenin önünden
ayrılmıyordu. Oysa beklediği mektupta iki satıra bile razıydı. Beklediği onca
zamana karşı tek bir mektup ve içinde tek bir cümle. Bu Mavi’yi mutlu yeterdi.
En azından göğsünün üzerindeki inanç yükü kalkar, rahat bir nefes alırdı sürgün
edildiği sessizliğin isli havasında. Tek bir cümleyle varlığına dair duyduğu
şüpheler yok olur, bu küçük kasabanın içindeki ‘hiç’ olmaktan kurtulurdu.
Yastığına akıttığı yaşların gidecek bir yeri olurdu kendisinin aksine.
Hapsedilmiş hürriyetinin esaretini unuturdu. Belki gülümserdi bile.
Şakağını çaresiz bir saflıkla pencereye yaslamış,
güneşin son ışıklarının esmer yüzüne düşmesine izin vermişti. Bir gün daha
bitiyordu. Mektup için son saatler, diye düşündü. Artık istememesine rağmen
kabullenerek pencerenin önünden ayrılmalıydı. Son beş dakika. Sonrasında
bugünlük bekleyişi gün doğana kadar sonlanacaktı lakin gün doğmaya başladığı anda
yine buraya geri dönecekti. Umudu kırılıp gözlerine yaş olarak dağılmak
üzereyken içini çekti, gözlerini kırptı birkaç kez.
Dalgın bir şekilde patikaya baktığında uzaklardan
beliren karanlık kafa ile yerinde dikleşti. Bir bisiklet üzerinde, hayal ettiğinden
daha hızlı bir şekilde yaklaşanın postacı olduğuna emin olmadan kendini içinde
yaşadığı zindanda dışarıya attı ve çıplak ayaklarını yaralayan taşları
umursamadan toprak üstünde adeta uçar gibi koşmaya başladı. Bisikletli adam
iyice görüş alanına girdiğinde onun beklediği kişi olduğunu görünce daha çok
hızlandı. Nefes nefeseydi şimdi. Ciğerleri yerinden çıkacak, boğulacaktı sanki
ama hiçbiri durmasına sebep olmadı. Sonunda bisikletin önünü kestiğinde postacının
ani bir frenle durmasını sağladı.
Postacı bunca yıldır mektup taşıyordu, bir sürü
hevesle mektup bekleyen insan görmüş hatta bazılarının mektupları dayanamadan
karşısında açtığına şahit olmuştu ancak hiçbiri bu kadın kadar heyecanlı
değildi. Kimse mektuba ulaşmak için aradaki mesafeyi aşmaya çalışmamıştı. Oysa
bu kadın, kendisine mektup gelip gelmediğini umursamadan koşmuştu.
“Geldi mi?” Dudaklarından güçlükle kopan ve
düzensiz nefesleriyle birleşen harflerin sonuna soru işareti kondurduğu anda vücudu
korkudan titriyordu.
Ya
benim için değilse mektup? Ya benim için gelmemişse bu adam? O zaman ne
yaparım? O zaman bu çaresizlik ve kırılmaktan un ufak olmuş umutlarımla, hangi
çatı paklar benim hayal kırıklığımı?
“Adınız?” diye sordu postacı bisikletinden inip
arkasındaki sepete eğilirken. Elinde üst üste bağlanmış büyük bir mektup yığını
dışında mektup kalmamıştı.
“Mavi.”
Postacı duraksadı. Bu o meşhur Mavi’ydi. Bekleyen
Mavi. Kasabanın bekleyen efsanesi. İlk üç ay postanenin kapısından
ayrılmamıştı. Sabah güneşin doğuşuyla postanenin önündeki banka oturuyor ve
güneş batana kadar orada bekliyordu. Bu bekleyişi görmeye dayanamayan postane
memuru onunla uzun bir konuşma gerçekleştirmişti. Babacan ve derdini anladığını
belirten bir gülümsemeyle kadının üzüntüden bembeyaz kesilmiş esmer yüzüne bakmış:
“Ayrılık varsa vuslat da vardır,” demişti. “Evine git kızım, eğer beklediğin
gelirse biz onu sana ulaştırırız.”
Mavi, bu sözlerin üzerine amansız bekleyişini
sırtına atıp evine dönmüştü ama kendini penceresinin yola bakan pervazından
uzaklaştıramamıştı. Günün çoğunda orada durur, yoldan geçenlerin tuhaf ama bu
duruma alışmış bakışlarını görüp hissetmeden beklemeye devam ederdi. Dilden
dile yayıldı kadının bekleyişi. Beklemek deyince akıllara her zaman onun adı
geldi. Büyük bir fedakârlıkla, pes etmeden, yorulmadan, bıkmadan, bir ‘ah’ bile
demeden beklemesi insanlara hem garip geliyor hem de duyanları duygulandırıyordu.
Üst üste dizilmiş ve ince bir iple bağlanmış mektup
yığınının üzerinde yazan isimle postacı gülümsedi ve bekleyişin sonlanmasında
ufak da olsa parmağı olduğu için mutlulukla uzanıp yığını sepetten çıkardı. Ona
uzatılan tahmin edemeyeceği kadar çok sayıda olan mektuplara bakakaldı Mavi.
Titreyen elleri bile donmuşken, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Beklemeye o
kadar alışmıştı ki gördüklerine inanmak neredeyse imkânsızdı. Postacı sabırla
kadının yığını kucaklamasını, sevinçten ağlamasını hatta çığlıklar atmasını
bekledi ama hiçbiri gerçekleşmedi. Esarete alışmış, güneşten uzak yaşamış
ruhlar dışarıya attıkları ilk adımda tökezler, etraflarını göremezler. Nasıl ki
gözler yavaşça güneşe alışır, Mavi’nin zihni de mektupların varlığına öyle alıştı.
Uzandı, paketin ipini parmaklarına geçirdi ve teşekkür etmeden mimiksiz
suratıyla arkasını dönüp, koştuğu yolu ağır adımlarla geri yürüdü. Postacının
arkasından attığı bakışlar karşısında hissiz ve tepkisizdi. Umursayamıyordu.
Düşünemiyordu. Kalbi göğüs kafesinin içinde son vuruşlarını gerçekleştiriyordu
sanki.
Sessiz evden içeri girdiğinde ilk defa kendini
yalnız hissetmedi. Kocaman bir ruh vardı parmaklarının arasında. Kararmış
odaları aydınlatan loş mum ışığı eşliğinde holün ortasına çöktü. Paketi uyuşuk
hareketlerle açıp mektupların dağılmasına izin verdi. Sanki karşısındaydı.
Kelimeler vücut bulmuş, eşsiz bir benzerlik ve hasretini çektiği özgürlüğün
sesiyle karşısında duruyordu. Gülümsüyordu kelimeler. Ağlıyordu. Özlüyordu
kelimeler, sinirleniyordu. Her duygu, hissetmeyi unuttuğu her duygu canlanıp
karşısında beliriyordu.
İlk mektubu eline aldı. Zarar vermeye korkarak
önceden açılıp kontrol edilmiş zarfı açtı ve sararmış mektubu dışarı çıkarıp
dikkatle kat yerlerinden açtı.
Merhaba.
Koskocaman kâğıdın en üstünde bu yazıyordu.
Merhaba. Yıllar öncesinden bir merhaba.
Bilirsin
gökleri ne kadar çok sevdiğimi, seni de öyle seviyorum. Göğe her baktığımda sen
geliyorsun aklıma. Ruhunu görüyorum bulutların arasından parlayan mavi
gökyüzünde. Annen sana bu ismi verdiğinde benim özlemimi düşünmüş olmalı.
Özledikçe seni göreyim istemiş. Hep seni göreyim, seni hep seveyim istemiş.
Burası sana çok uzak. Yazdıklarım eline ne zaman ulaşır, ulaştığında sağlam
kalır mı, bilmiyorum. Ben sana ulaşacağını ümit ederek yazıyorum. Bizim
esaretimiz ruhlarımıza ait değil. Senin esaretin bir kasabaya ya da eve bağlı
değil. Benim esaretim ise yalnızca sana. Zindanda değilim, karanlıkta değilim,
korkmuyorum, üşümüyorum çünkü sen yanımdasın. Mesafelerin hiçbir önemi yok.
Gözlerimi kapattığımda seni görebiliyorsam, çektiğim işkencelerin önemi yok.
Kavuşur muyuz, dünya gözüyle görür müyüm seni bir daha? Keşke görebilsem canlı
canlı, sevsem saçlarını, baksam gözlerine ve gülüşünün sıcaklığını hissetsem.
İşte o zaman gerçekten yaşamış olurum. Nice şiirler okuruz birbirimize,
kitaplarda sevdiğimiz satırların altını çizeriz, hasbihal ederiz uzun uzun. Sen
duygularını dile vurmazsın biliyorum. Ben anlatırım içimden geçenleri, sen
gülümseyerek dinlersin beni. Ne güzel gülümsersin ama… Anlatmaya kalksam
satırlar, asırlar sürer. Bende oluşturduğu hislere girmiyorum bile, burada tek
bir kâğıt hakkımız var, kalem arkaya geçirdiği için daha fazla yazamıyorum özür
dilerim, affet beni bu seferlik. Yeniden merhaba.
Senin…
Gülümsedi. Bekleyişinin ilk gününden beri dudakları
ilk kez bu kadar içten kıvrılmıştı. Onun kelimelerini okumak, varlığını
hissetmekle aynıydı. Saatlerce mektupları zaman sırasıyla okudu durdu. Bazı
mektupları iki, bazılarını on kez okudu. Hepsinde gülüyordu dudakları. Okudukça
ruhuna vurduğu kilitler çözülüyordu. Kanatlarını açmış hürriyeti uzaklara, ona
doğru uçmaya hazırlanıyordu. Son mektubu eline aldığında gün doğmak üzereydi.
Tek damla yaş düşürmemiş gözleri zarfın içinden çıkan iki kâğıtta dolandı ve
diğerinden daha beyaz ve büyük olan kâğıdı aldı önce.
Merhaba.
Yazıyordu
kâğıtta sadece. Krem tonlarındaki kâğıdın geri kalanında ‘a’ harfinde durmuş
kalemin peşinde bıraktığı mürekkep izi aşağılara doğru uzadıkça uzuyordu. Diğer
kâğıdı aldı eline korkuyla. Küçük dikdörtgen kâğıt sadece bir kere katlanmıştı.
İki yandan tutup açtı ve daktilo harflerinin sistematik düzlüğünü takip etti
gözleri. Okudukları zihnine ulaşıp idrak etmesini sağladığında vücudundaki tüm
güç çekilmiş gibi sırtını yere bıraktı. Mektupların arasına uzanmış, son
mektubu kalbine bastırmışken kuru gözleri yaşlarla doldu, gülümseyen dudakları
aşağı doğru büküldü ve kalbi acıyla burkuldu. Ruhu esaretini okuduğu
kelimelerle geri alırken, kulaklarında bir ses dalgalandı.
Bir
gülün biraz daha gül,
Bir hüznün biraz daha hüzün oluşu gibiydik.
Ayrıyken de, birlikteyken de...
Yaşadık: bir kayboluşun kayboluşu...
Tavana baktı. Ağlarken son kez içini çekti.
Ertesi sabah Mavi, pencerede olmasına alışkın olan
komşularının endişeleri sayesinde yıllarca beklediği mektupların arasında son
nefesini vermiş halde komşuları tarafından bulundu. Herkes onu öldürenin
bekleyişi olduğunu düşünüyordu.
Oysa ölümü ancak ölüm çağırabilirdi.
Yorumlar
Yorum Gönder