“Yorgun Boyalar”

 

Güneş batmaya yaklaştığında yorgunluk omuzlarına kalıcı bir yerleşke kurmuştu. Taşlı yolda, kırk altı numara ayakkabılarını sürüye sürüye çocuk parkından olabildiğince uzaklaşarak banklardan birine oturdu ve gözlerini kapattı. Rüzgârın oluşturduğu dalgaların huzurlu sesi, tüm gün kulaklarına dolup beynini ele geçirmeye çalışan çocuk seslerinden katbekat iyiydi. Sabahtan beri giyindiği rahatsız ayakkabıları çıkartıp tüm gün üzerinde durduğu için şişmiş olan ayaklarını havaya kaldırdı ve ağlar gibi sızlandı. Oturmak istemişti,  hatta çok kısa bir an buna fırsat bulmuştu ama izin vermemişlerdi. Saniyesinde yanına koşup kocaman açtıkları oyun heveslisi gözleriyle kırmızı tulumunu çekiştirmiş ve ellerinde tuttukları balonları yüzüne atmışlardı. Kim bilir ne durumdaydı yüzü… Bakıp, temizlemeye fırsat bulamadan kendini kalabalıktan kurtarmış ve arkasını döndüğü gibi topuklarına vura vura kaçmıştı. Yine de bugünkü işi geçen haftakinden daha insaflıydı, bunu yadsıyamazdı.  

Bankın kenarına yasladığı çantasından su şişesini çıkardı. Yazın sıcağında kaynama noktasına gelmiş olan su şişenin yarısını bile doldurmuyordu. Gözleriyle etrafı taradı, en yakın satıcı çok uzaktaydı; susuzluktan bayılacak haldeydi ama yine de kalkmak istemiyordu. Normalde her adım başı bir satıcıya rastlardı, bugün uzakta durmayı tercih etmeleri gerçekten komikti. Haşlak suya baktı hoşnutsuz gözlerle, kısa bir an denize baktı ama bunun saçma bir fikir olduğunu fark edip vazgeçti. Deniz suyu içecek hali yoktu ya, bir kere tuzluydu daha beter susatırdı. Kendi kendine şaşırarak şişeden küçük bir yudum aldı, pek etki etmemişti ama en azından ağzının kuruluğu geçmişti.

“Nesin sen?”

Yan tarafından gelen tiz sesle kapadığı gözlerini korkuyla açtı. Tüm gün bu sese benzer o kadar fazla ses duymuştu ki kısa bir an beyninin ona acımasız bir oyun oynadığını düşündü ama banktaki boş yere tünemiş küçük kız delirmediğine kanıttı. Kendi içinde ne olduğunu çözmeye çalışıyor olmalıydı ki iri mavi gözlerinde sorgulayıcı bir tavır vardı. Dağınık kahverengi saçları toplanmış ama birkaç tutam tokadan fırlayıp yüzünün etrafına yayılmıştı. Kucağında avuçları kadar küçük bir tavşan vardı. İşaret parmakları tavşanın iki kulağının ortasını okşarken tavşan marul parçasını kemirmeye çalışıyordu. Küçük kız ve tavşan farklılıklarıyla oldukça uyumlu bir ikili olmuşlardı. Kızın teni güneş altında durmaktan esmerleşmiş, tavşanın kürkü ise kızın elleri arasında kar beyaz parlıyordu. Kaşları çatıldı, neden ona ne olduğunu sormuştu? Normal bir insandı işte. Hayaline ulaşmak için her hafta başka bir kılığa giren ve insanları eğlendirerek para kazanan bir insan. Elindeki şaka yüzüğünü, üzerindeki kırmızı parlak tulumu, başındaki rengârenk boyanmış kıvırcık peruğu ve yüzündeki çeşitli boyaları hatırlayınca bu soruyu aniden haklı buldu. O bir palyaçoydu.

“Palyaçoyum.”

İlk defa duyduğu kelime karşısında kız dünyalı görmüş uzaylı gibi gözlerini kocaman açtı. “Palyanço musun?” Ah şu başa bela ‘n’ harfi… Her defasında araya sıkıştırılmayı nasıl başarıyordu? Doğrusu yanlışından daha kolayken insanlar her defasında yanlış söylüyorlardı ve bu palyaço olmaktan memnun olmayanları bile huzursuz etmeyi başarıyordu.

“Hayır,” dedi bu sefer doğrusunu öğretmeyi kafaya koyarak. İtinayla heceledi: “Pal-ya-ço-yum.” Nitekim bu heceleme ne küçük kızın ne de tavşanın umurundaydı. Marulunu kemirmeyi bitirmiş tavşan da merakla palyaçoya bakıyordu. “Palyanço ne demek?”

“Palyaço,” dedi yine üzerine bastırarak ve devam etti: “Palyaço cambazlık, hokkabazlık yaparmış gibi yaparak seyircileri güldüren, eğlendiren oyunculardır.”

“Yani bir şey yapmamak için mi kendini böyle boyuyorsun?”

Bu sefer kaşlarını çatıp ne demek istediğini anlamaya çalıştı, anladığında ise kısa bir an afalladı. Küçük kızın, içinde olduğu durumu böyle özetlemesini beklemiyordu. “Hayır,” dedi şaşkınlığını üzerinden defettiğinde. “İnsanları özellikle çocukları eğlendirmek için boyuyorum.”

“Neden? Boyamadan eğlendiremiyor musun?”

Ne cevap vereceğini bilmiyordu. İki hafta öncesinde dev civciv kostümünün içinde sıcaktan baygınlık geçirmek üzereyken bu soruyu düşünmüş ama kendini yanıtlayamamıştı. İnsanlar neden gülmek, eğlenmek için farklı kılıklara girmiş, normalden abartılı şeylere bu kadar meraklıydı? Yüze sürülen boyalar, kocaman hayvan veya çizgi film karakteri kostümleri… Tüm bunların amacı neydi? Hayallerine gitmek için bu yoldan geçmek zorunda mıydı? İki sakarlık yapıp, bir insanı diğerlerinin gözü önünde küçük düşürecek şakalar yapmak mıydı komiklik? Düşündüğünde tüm gün bunu yaptığını fark etti. Çocukların önüne geçmiş, balondan hayvanlar yapmış şakalarla çocukları güldürmüştü ama esas yaptığı kendini rezil etmekti. Palyaçoların yalancı isimlere sahip olmaları ve kimliklerini kat kat boyalarla gizlemelerinin nedeni buydu belki de?

Ama diye düşündü kendi kendine. Tek palyaçolar değil, bütün insanlar yapıyor bunu. Yüzlerinde boya ya da kostüm başı olmasına gerek yok, herkes bir şekilde kendinden en uzak kişiymiş gibi davranıyor. Gerçek duyguları veya düşünceleri açığa çıkacak diye korktuklarından kendilerinden uzaklaşıyorlar. Kaçmaya programlanmış ruhlarının gerçekliğe gram tahammülü kalmadığı için palyaçolar olsun, kostümlü insanlar olsun fark etmez, kimliği gizlenmiş eğlence oyuncuları ilgilerini çekiyor. Çünkü onlarda kendilerini görüyor ama kabullenemedikleri için sadece gülüyorlar. İnsanlar böyledir, benzerlikleri görür ama görmezden gelirler. Küçümsemeyi, karşısındaki kişiye gülüp onunla dalga geçmeyi, yermeyi, birine çelme takıp düşürmeyi çok sever ama düştüklerinde düşürene sinirlenir, bağırır çağırırlar. Evet, palyaçolar yüzlerini boyayarak kendilerini gizliyorlar ancak insanlar da yüzlerine oturttukları gülümseme, gözlerinden akıttıkları gözyaşları ve daha nicesiyle sahteliğin ardına saklanıyorlar. Peki, neden sadece palyaçolar suçlanıyor? Göze daha çok battıkları için mi?

Küçük kıza ve kar beyaz tavşanına baktı. Tek bir sorusuyla böylesine dallı budaklı bir düşünce furyasına kapılacağını tahmin edemezdi. Demek ki küçük çocuklar yetişkinlere sordukları sorularla düşünce yönlendirebiliyordu. Üniversitedeki hocasını hatırladı, yeri geldiğinde küçük bir çocuktan bile bir şeyler öğrenebilirsiniz, demişti.

Aniden ayaklarının sızlayışını unuttu, yüzüne yorgun olmayan canlı bir gülümseme yerleştirdi ve ayağa kalktı. “Sen hiç palyaço gösterisi izledin mi?”

Kız tavşanla aynı anda başını iki yana salladı. Bunun üzerine günün son gösterisini sunmak için küçük bir çekidüzen verdi kendine. Büyük ayakkabılarını giyindi, sağa sola iki adım atıp yere düştü bilerek. Seyircisi kıkır kıkır güldü, tavşanın marulla dolu ağzı bile yukarı kıvrılmıştı. Şaşkınca etrafına bakındı, kırmızı burnuna vurdu sahte bir hayıflanmayla ve ayağa kalktı. Parmağındaki yüzüğü uzattı, kız merakla yüzüğün üzerindeki çiçeğe dokundu ve palyaçonun yüzüne fışlayan suyla kahkaha attı. Sahte kızgınlıkla parmağını sallayan palyaço geriye doğru birkaç adım attı ve cebinde kalmış balonları şişirdi. Şişirdiği balonlardan bir tavşan şekli oluşturdu. Kar beyaz tavşanın gözleri fal taşı gibi açılırken küçük kızın mavi gözleri hayranlıkla parladı. Balondan tavşanı kıza uzatıp kırmızı burnunu çıkardı ve kızın burnuna takıp reverans yaparak gösterinin bittiğini duyurdu. Küçük bir kız ve marul yemekle uğraşan bir tavşandan oluşan seyircisi gösteriyi heyecanla alkışlarken palyaço yanaklarını acıtan gülümsemeyle el salladı. “Çok komiktin palyanço, çok!” Artık ‘n’ harfini umursamıyordu. İstediğini söyleyebilirdi, ne de olsa bu onun boyaların ardında saklanmış bir kaçak olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Seyircisi neşeyle veda ederek yanından ayrıldığında banka geri oturmak yerine kıyıya yanaştı ve birkaç saniye sessizliği dinledi. Kıyıya çarpan dalgalar sıçrayarak yüzüne yapışıyordu. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve kendini denizin soğuk dalgalarının arasına bıraktı.

Su tuzluydu, içini yakmıştı. Geriye kalan ise yorgun bir ‘n’ harfiydi.

     

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BCP-Temmuz/ Her Öğretmenin İzlemesi Gereken 2 Hint Filmi

Öve Öve Bitiremediğim İki Roman- BCP/Mart

BCP - NİSAN "ÇOCUK"